Türkiye’yi yönetmenin ilk adımı kentleri yönetmektir. Kentlerinin iyi yönetilemediği Türkiye’nin iyi yönetilmesi olası değil. Ne kentlerimiz ne de ülkemiz iyi yönetilmiyor. Kentlerde de, ülkede de, geleceğin planlanması kavramı yok. Enerjimizin, kaynaklarımızın ve zamanımızın tümünü günlük sorunların çözümü için harcıyoruz.
Evet, kentleri yönetmeyi beceremiyoruz. Kentlerin yönetilemediği bir ülke nasıl yönetilir. Kentlerin yönetildiği gibi kötü yönetilir. Öyle de oluyor. Kentlerimiz de ülkemiz de kötü yönetiliyor. Ne kentler de, ne de ülkede yönetime katılım yok.
Kentlerimiz elden çıkıp gidiyor. Kentlerimiz yaşanılamaz duruma geliyor. Kentlerin ortak sorunu betonlaşma. Kentlerimizde her türlü kirlilik diz boyu. Otopark ve trafik sorununun yaşanmadığı kent yok gibi. Kentlerin tarihi kimlikleri de yok olup gidiyor. Eski kentleri koruyamıyoruz. Yeni kentler kuramıyoruz. Eski kenti korumanın tek yolunun yeni kenti kurmak olduğunu ya bilmiyoruz ya da bildiğimiz halde yapmıyoruz. Eski kenti korumanın tek yolu yeni kenti kurmaktır. Kentleşmeyi de, kentlileşmeyi de beceremedik. Şimdi bunun sıkıntısını çekiyoruz. Daha da çekeceğiz.
Kentlerin intikam aldığını, intikamlarının büyük olduğunu biliyor muyuz? Evet, kentler intikam alır. Kendisini, düzensiz biçimde büyütenlerden, havasını suyunu kirletenlerden intikam alır. Bazen salgın bir hastalıkla, bazen doğal bir yıkımla ve genellikle de, insanların sinirlerini altüst ederek alır intikamını. Fiziki çevrenin sosyal çevreyi etkileyeceği açık bir gerçek. Kötü bir çevreden iyi sağlıklı bir kuşak çıkmıyor. Kentler intikamını bizden alamayınca çocuklarımızdan alıyor.
Kentlerimizde etik ve estetik çöküntü birlikte yaşanıyor. Etik ve estetik çöküntü durdurulamadığında nelerin olabileceğini kestirmek zor. Toprak erozyonu toprağımızı alıp götürüyor. Kentlerdeki etik ve estetik erezyonu insan soyunu, sağlıklı geleceğimizi, umutlarımızı tüketip götürüyor.
Hızlı büyüyen kentlerimizin bir çoğu ayakları bedenini taşıyamayan sağlıksız insanlara dönüştü. Hepsinin kan damarları tıkalı. Hepsinin kalbi tekliyor. Hepsinin böbrekleri çalışmıyor. Kentlerimizin kalbi tekliyor beyler. Kenti canlı bir organizma olarak düşünüp, canlıya gösterilmesi gereken özeni, kente göstermek zorundayız. Bu görev sadece kenti yönetenlere değil kent halkının tümüne düşüyor. Kentte oturanların bir bölümü bilgisiz, bir bölümü ilgisiz, çoğunluğu hem ilgisiz hem bilgisiz. Böyle olunca da sonuç ortada. Hem bilgili, hem de ilgili olacağız. Yeni bir kent kültürü yaratmak zorundayız.
Kentleşme ve kentlileşme önemli, kentleşme ve kentlileşmeyi beceremediğimizde, demokrasinin de işlemeyeceği biliniyor. Demokrasiyi önce yerelde, sonra genelde işletmeyi öğreneceğiz. Yerelde beceremezsek genelde becerme şansımız hiç olmayacaktır. Tartışarak karar üretmeyi, ürettiğimiz kararlara tartışmasız uymayı öğrendiğimiz an, sağlıklı kentleşmenin, kentlileşmenin ve işleyen bir demokrasinin de yolu açılmış olacaktır.
Kentlerimiz, etken, üretken, katılımcı, tarihi değerlerinin her parçasına duyarlı, çevre değerlerine saygılı bir yönetim yapısına kavuşturulmalıdır. Peki bu nasıl olacak? Elbet kolay olmayacak. Çünkü köklü bir değişime gereksinim var. Yapılması gereken iyileştirme değil. Yapılması gereken, kökten değiştirme. Yerel Yönetimler Reformu Yasa tasarısı, bu kökten değiştirmeyi sağlayabilecek mi? Tartışılan biçimi ve kent denilince aklına sadece rant gelen insanların beklentilerine göre hazırlanacak bir yasa kesinlikle reform olmaz. Çünkü reform isteği, ne halktan ne de Belediyelerden yükseliyor. “Yerel Yönetimler Reformu mutlaka yapılmalıdır” diyenler var. Ancak, herkesin reformdan beklentisi farklı farklı. Kimi Belediye Başkanı reformdan, Belediye gelirlerinin ve başkan yetkilerinin artmasını beklerken, kimileri de katılım, üretkenlik, etkenlik bekliyor. Ancak kentlinin ne beklediği pek iyi bilinmiyor. Kentli, yaşadığı kentin yönetimine katılmak isteği var mı yok mu dile bile getirmiyor. Kentler, ufacık şirketlerin bile yönetim kurulu odalarından küçük meclis salonlarından yönetiliyor. Belediye Meclisleri’nin yetkileri çok sınırlı. Encümenlerde atanmışların sayısı seçilmişlerden daha fazla. Seçilmişe saygı hem seçene hem demokrasiye saygının gereğidir.
Başkanlarımızın, bazıları yetkisizlikten yakınıp, yapmadığı, yapamadığı işlerin gerekçesi olarak 1580 sayılı Belediyeler Kanununu gösteriyor. Kendilerine “Bu yasa hangi girişiminizi engelliyor somut bir yanıt verir misiniz?” denildiğinde de “kem küm” ediyorlar. 1580 sayılı Yasa ülkemizin en güzel yasalarından birisidir. Başkanlar, “Mazeret üretmek için değil, marifet göstermek için” seçildiklerini bilmeli.
Bir Belediye Başkanı çıkıp ortaya “Bundan böyle Belediye Meclis Toplantıları’nı daha geniş bir salondan yapacağım ve yerel televizyondan canlı olarak yayınlanmasını temin edeceğim” dese, buna kim karşı çıkabilir? Evlere su sayaçlarını okumaya gidenler, bir adette Belediye İletişim Bülteni götürse, kim hayır diyebilir? Kent halkıyla, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ile sık sık toplantılar yapılmasına hangi yasa engel oluyor?
Kentlerde katılımın, üretkenliğin, etkenliğin yolunu Belediye Başkanları açabilir. Ancak, çoğu başkan kendini seçilmiş derebeyi gibi gördükçe, meclis salonlarından daha büyük makam odalarında oturdukça, bu işleri gündeme getirmek akıllarına bile gelmiyor.
Kentlerin daha iyi yönetilebilmesi için, düşünen, yazan, konuşan bir çok insan bulunmasına karşın, üretilen düşünceler birleştirilemiyor. Yerel Yönetimlere, kentleşmeye, kentlileşmeye ilişkin yayınlar yok denecek kadar az.
“ŞEHİR & BAŞKAN” dergisinin çıkış nedenlerinden birisi de bu gereksinmenin karşılanması oldu.
Halk oturduğu kentin yönetimine, her akşam televizyonların bol paralı, sulu, içeriksiz programlarına gösterdiği ilginin yüzde birini bile göstermiyor. Seçimden seçime ilgileniyor Belediye ile.
Belediye Meclis Üyeleri ne yapıyor? Arada bir toplanıp, önüne getirilen önerileri komisyonlara havale ediyorlar. Komisyonlardan gelenleri de kabul ediyorlar. Kendilerine iletilen istekleri, Belediye ilgililerine ve Başkana iletiyorlar. Daha çok bina, daha çok kat istiyorlar.
Başkanlar ne yapıyor. Kendilerini sevenlerin işini Belediye bütçesinin ve yasaların izin verdiği ölçüde çözmeye çalışıyorlar. İhale yapıyorlar. Kendisini sevenleri, oy verenleri kırmamaya çalışıyorlar. Ya sevmeyenleri ne yapıyorlar ? Yolunu bulup korkutmaya çalışıyorlar. Nasıl korkutuyorlar ? Nasıl olacak bir yolunu buluyorlar elbet. Bilinen basit yöntemleri var. “Hizmet götürmeyiz, ruhsat vermeyiz, ceza yazmanın yolunu bulur ve yazarız. Attığın adımı sürekli izler, yanlış yaptığında canını yakarız. İsteklerine kulaklarımızı tıkarız. Hiçbir işini yapmayız. Yapmak için değil yapmamak için binlerce yol ve yöntem buluruz. Yapmak zorunda kalırsak bile geç yaparız. Bıktırırız. Zabıtayı peşinden ayırmayız.” derler. Daha neler derler neler. “Ağzına biber süreriz” diyecek değiller ya. Konuşanın sesini kesecek bir yöntem bulurlar.
Yerel yönetimleri ya çok sevenler vardır, ya da çok kızanlar. Seven hep sever. Kızan hep kızar. Sevenin işi çözülür. Kızanın defteri dürülür. Yol isteyene yol yapmanın yolu bulunur. Sevilmeyenin yoluna taş koymanın da yolu bulunur. Kent halkının büyük bölümü, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” der. Haksızlıklara karşı çıkmak söyle dursun, bazıları çanak bile tutar.
Kentler iyi yönetilmiyor beyler. Kentlerin iyi yönetilemediği bir ülke nasıl iyi yönetilecek ki. Kentleri iyi yönetmeyi öğrenmedikçe, ülke kötü yönetilmekten kurtulamayacaktır. İşin başı kentlerin iyi yönetilmesi. İşin başı kent halkının yönetime katılması. Katılım olmadan, yönetim olmaz. Katılım olmadan yönetim olamayacağını hep görüyoruz da, yönetime katılmanın yollarını neden aramıyoruz bilemiyorum...
Mustafa Pala
Karabulutlar kaplamış gökyüzünü
Kırılmış kolumuz kanadımız
Silahlarımız alınmış ellerimizden
Ordularımız dağıtılmış.
İhanet çöreklenmiş ülkeme kara bir yılan gibi
Kenetlenmiş çenelerimiz suskunuz.
Oysa esas olan, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır.
Bu da ancak bağımsız kalmakla olur. Bağımsızlıktan yoksun olan uluslar karanlıktan kurtulamazlar
Türk’ün onuru, Türk’ün yetenekleri büyüktür Türk’e tutsak olarak yaşamaktansa ölmek yaraşır,
Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm diyordu Mustafa Kemal.
Ya bağımsızlık ya ölüm! 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başladı. Çarpışmalar sırasında Türk askeri, kahramanlık ve fedakârlıklarına yenilerini ekledi. Yeni bir destan yazılıyordu Anadolu’da alın teri göz nuru ve kanla yeni bir destan yazılıyordu Anadolu bozkırında.
Başkomutan Mustafa Kemal’in, 30 Ağustos 1922’de Zafertepe’den bizzat yönettiği Büyük Taarruz’la büyük bir zafer kazanıldı. Tarihe altın harflere yazılan 30 Ağustos Zaferi’nin ardından, Çalköy’de yıkık bir evin avlusunda kırık bir kağnı arabası çevresinde toplandı paşalar. Harita üzerinde durum değerlendirmesi yaptılar.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanındaki, İsmet Paşa ve Fevzi Çakmak Paşa’ya Yunan Ordusunun yeniden savunma düzenine geçmesini önlemek ve Yunanları mağlup etmek için İzmir’e girmenin şart olduğunu söylüyordu. İzmir’in kurtarılmasının ardından Cumhuriyet’e giden yol açılmış olacaktı.
Mustafa Kemal, Batı Cephesindeki tüm subay ve erlere okunmak üzere bir bildiri kaleme aldı.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları;
Afyonkarahisar-Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi’nde, zalim ve mağrur bir ordunun temel varlığını inanılmayacak kadar az bir zamanda yok ettiniz.
Büyük ve seçkin ulusumuzun fedakârlıklarına layık olduğunuzu kanıtladınız.
Sahibimiz olan büyük Türk ulusu geleceğine güvenmekte haklıdır.
Savaş alanlarındaki başarı ve fedakârlıklarınızı yakından görüp izliyorum.
Ulusumuzun size olan övgülerinin iletilmesine aracılık etme görevinin arkasını bırakmayacak, sürekli olarak yerine getireceğim. Ödüllendirme için başkumandanlığa öneride bulunulmasını, cephe kumandanlığına buyurdum. Bütün arkadaşlarımın, Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri de verileceğini göz önünde bulundurarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü ve yurtseverliğinin kaynaklarını kullanarak, yarışmayı bütün gücüyle sürdürmesini talep ederim.
Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
Diyordu Mustafa Kemal
76 yaşında bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım. En büyük dileğim, milli bayramlarımızı coşkuyla kutlanması ve büyük zaferlerin, Atatürk gibi büyük kahramanların adının ve anısının sonsuza dek yaşatılmasıdır.
30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun.
© Copyright 2023 - Yeni Manisa
E-mail : info@yenimanisa.com
gerekli
gerekli - yayımlanmayacak